Bulut Çobanı – Abdülkadir Doğanay

6. Yerli Bilimkurgu Yükseliyor Kısa Öykü Yarışması BİRİNCİSİ

 

Hava kapandı. Şehrin tüm parlak yüzeyleri gri bir bulutla perdeleniyor, binalar gölgelenirken gökyüzü bir cadı kazanı gibi fokurdamakta. Ben kâhin değilim ama biraz sonra yağmurun başlayacağını ve tam iki saat elli yedi dakika boyunca dinmeyeceğini çok iyi biliyorum. Çünkü bütün o suyu, karı ve doluyu her gün gökten ben döküyorum. Devasa parabolik ekranların karşısında her hafta beynime yüzlerce terabaytlık veri doluyor; tıpkı artezyen yapan bir yeraltı kaynağı gibi. Sonra bu veriyi teker teker değerlendirip rüzgara yön veren binlerce nanorobota gönderiyor; bulutları yumuşak ve beyaz bir koyun sürüsünü güder gibi güdüyorum. Merak ediyorum; acaba yağmur nasıl kokuyor?
Bu şehri çok seviyorum; aslında tüm Akdeniz kıyıları boyunca yağmur yağdırmayı en çok sevdiğim şehir bu. Damlarından süzülen su damlalarını, mekanik ucubelerin yağmur altındaki o mahzun dansını, çamurlu toprağıyla bir kamburu andıran tepelerini ve toprağa bir zafer kılıcı gibi saplanmış gökdelenlerini bulutlardaki binlerce gözümle seyrediyorum. Kuşlar uçup çatı diplerindeki yuvalarına konuyor, seyyar satıcılar paydos yapıyor, asılmış çamaşırlar ıslanmasınlar diye hızlıca toplanıyor.
Yağmur sonunda başladı. Bense daha önce dışına hiç çıkmadığım bu karanlık kontrol merkezinden bütün o curcunayı izlemeye koyuldum. Sokak köpeklerinin balkon diplerine sinişlerini, toprağın mayalanıp kabarmasını, robot işçilerin ağır hareketlerini ve de en önemlisi o büyülü adamı…
Adam her zaman oradaydı; dükkânlarla dolu caddenin köşesindeki hava taşıtları istasyonunun yanı başındaki durağın dibinde duruyordu. Daha önce yüzlerce kez yaptığı gibi şemsiyesini biraz kaldırıp yüzünü gökyüzüne çevirdi. Bir kalbim olsa şu anda onu ta içimde hissedebilirdim belki. Gülümseyen gözleriyle bulutlara baktı. Çok garip bir hali vardı; diğerleri gibi yağmurdan kaçmaya çalışmıyor, aksine onu seviyor gibi görünüyordu. Tüm bu olan biteni havadaki gözlerimle seyrettim, o bakarken ben de ekrana dokundum. Adam her yağmurda o mor pardösüsüyle o sokak köşesinde dikiliyor ve her seferinde gökyüzüne sanki eski bir dostu karşılarmış gibi bir bakış atıyordu. İçimde bir yerlerde beni izlediğinden emindim. Onun o naif tebessümü beynimde bir tümör gibi gittikçe büyüyordu.
Şehre son üç aydır neredeyse aralıksız yağmurlar yağmıştı. Sistemimin üç defa hata raporu vermesine ve teknisyenlerden iki defa ‘güvenilmezdir’ ihtarı almış olmama rağmen elimden hiçbir şey gelmiyordu. O adamı görmek için haftada en az iki kez yağmur bulutlarını şehre sürüyordum. Yani sırf onun için bütün Akdeniz’in iklimini altüst etmiştim. Bir duvar yazısında görmüştüm; aşk hüküm sende sanıp hükmünü kaptırmaktır yazıyordu. Doğruydu bu; artık benden beklenenden farklı şeyler düşünüyordum. Yağmurun kokusunu, onun gülüşünü ve şehrin sokaklarını…
Ekran kapandı ve yarım saatlik bir molaya girdim. Binlerce düşünce toprak solucanları gibi beynimin içinde kımıldanıyordu. Aylardır bu hapishaneden kurtulup gerçek dünyaya dönmenin bir yolunu bulmaya çalışıyordum. Bilgisayara yaptığım birkaç ufak müdahale telefon hatlarına erişebilmemi sağlamıştı. Böylece beni buradan çıkartabilecek çok güvenilir bir ekiple irtibat kurmayı başarmıştım. Zamanı gelmiş olmalıydı. Biraz sonra ani bir gürültüyle arkamdaki çelik kapı açıldı. Kel bir adam süratle bana doğru yürüyüp kolumdan tuttuğu gibi beni dışarı çekti. Hızlı adımlarla yangın merdiveninden indiğimizde iki metrelik bahçe duvarından atlamamız gerektiğini söyledi. Bana denilen her şeyi harfiyen yaptım ve biliyordum ki biz çıktıktan hemen sonra kapıdaki algılayıcılar sessiz çığlıklar atarak işlediğimiz suçu en yakın merkeze ispiyonlayacaklardı.
“Sen değerli bir demirbaşsın.” dedi adam. Soluk soluğa konuşuyordu, yüzü ter içinde kalmıştı. “Seni kaçırarak büyük riske girdim. Rüyamda görsem bir androidin bilinç kazanabileceğine inanmazdım ama şimdi bunları konuşarak zaman harcayamayız. Lütfen ödemeni yap.”
Gövdemden çıkardığım oldukça değerli bir bellek kartını adamın ıslak avuçlarına tutuşturdum. Bunun üzerine kurtarıcım bana sırtını dönüp hiçbir şey söylemeden gölgeli sokaklarda gözden kayboldu.
Kendimi kalabalığın içine atıp yürümeye başladım. Yağmur durdurulamaz bir şiddette yağmaya devam ediyordu. Sokaklar insan doluydu. Birden sanki ilahi bir aydınlanma yaşamış gibi fark ettim ki kontrol odasındaki hayatım ancak bu gerçek dünyanın izdüşümü olabilirdi. Ayaklarım yürüdü, gözlerim gördü ve aklım şaşırdı. Bu binalar ve insanlar havadan baktığım zamanlarda çok daha farklı görünüyorlardı. İçine girince şehir hiç de azımsanmayacak bir kudrete sahipti.
Hızlıca caddeye çıkıp genetiğiyle oynanmış bir ayıyı seyreden meraklı kalabalıktan sıyrıldım. Hemen solumda devasa kadranıyla saat kulesi yükseliyordu; demek ki düz gitmeliydim. Mor pardösülü adam beni bilinmez bir kuvvetle kendisine çekerken ben de sanki bu çekim bir tabiat kanunuymuş gibi ona boyun eğiyordum. Aşk tasavvur bile edilemez bir kuvvetle sadece üç ayda bana bilinç kazandırmıştı. Belki de bilinç dertlerle beraber geliyordu ve artık esaslı bir derde sahiptim.
Bir yandan insanlara çarpmadan yürümeye çabalarken öte yandan onun bulutlara bakan suratını düşünmeye başladım. Sanki doğrudan ekranların ardındaki bana; hatta tam da gözlerimin içine bakıyor gibi görünüyordu. Peki, niye her yağmur yağışında orada dikiliyordu? İsmi neydi? Beni nereden tanıyordu? Daha da önemlisi, beni anlıyor muydu?
Sonunda o malum caddeye varabilmiştim. Merak ve korkuyla yürümeyi sürdürdüm. Durmaksızın görüş alanımı kapatan kalabalığa rağmen onu ayan beyan görebilmeye başlamıştım. Fakat duruşunda anlam veremediğim bir tuhaflık vardı. Sabırsızlıkla trafiği yarıp yanına gittim. Tam ona dokunmak üzere elimi uzatmıştım ki her şey birden altüst oldu. Yerimde bir insan olsa şimdi kendini koyuverip ağlardı kesin. Uzattığım elim adamın içinden bir hayalete dokunuyormuşum gibi geçip gitmişti. Bir ışık oyunundan ibaret olan adam karşımda robotik bir tebessümle dikiliyordu, varlığımı fark etmemişti bile. Birden kurmalı bir oyuncak gibi kafasını göğe kaldırıp tebessüm etti.
Gördüklerime bir anlam veremeyerek adamın karşısındaki taş kaldırıma oturdum. Acı gerçeği sonra fark ettim; bu adam her on dakikada bir göğe bakıp gülümseyen bir reklam afişinden başka bir şey değildi. Önünde durduğu dükkanın tabelasında iri kırmızı harflerle “Bu şemsiyeler sizi yağmura aşık edecek.” yazıyordu. Görünüşe göre gerçek dünyadaki gerçek olmayan tek şeye vurulmuştum.
Orada yaklaşık yarım saat oturup görevlilerin gelip beni almasını bekledim. O gün anladım ki yağmur, hayal kırıklığı ve hüzün kokuyordu…
                                                                                                                                     Son

Etiketler

Bunlar da ilginizi çekebilir...

Üzgünüz - Yoruma Kapalı

"Once upon a time in the future: 2121" (Aka: Bir Zamanlar Gelecek: 2121)

Sıcak Kafa / Afşin Kum

HİLE – Bölüm – 1

KUTU – Bölüm – 1

Voidrunner

Kategoriler

Ziyaretçiler

Bugün: 211
Bu hafta: 1947
Toplam: 345321