Göz – Bora Aşık – 1.

11. Yerli Bilimkurgu Yükseliyor Kısa Öykü Yarışması Birincisi

Bilye büyüklüğünde bir şey gökyüzünden denize doğru hızla düşüyordu. Ardında bıraktığı tuhaf izden anlaşıldığı üzere meteor parçasıydı. Sıcak, çok sıcaktı. Suyla temas ettiğinde üç kilometre çapında buhar oluştu. Suyun yüzeyinde devasa bir krater açıldı ve hemen ardından su, bu boşluğu birkaç saniye içinde doldurdu. Su bulduğu her yeri doluverirdi. Sanki yerkürenin yaralarını iyileştirmek için çabalıyordu.

Bu minik bilyenin, suyla temasından sonra soğuyup yüzeye çıkması beklenirdi. Fakat kütlesi öylesine yoğundu ki suyun kaldırma kuvvetini neredeyse hiçe sayarak ilerlemesine devam ediyordu. Denizin kilometrelerce altına girmişti bile. Suyun yüzeyi berrak ve hareketsizdi. Bilye, hem çapından hem de yoğunluğundan dolayı o ana kadar hiçbir nesnenin ulaşamadığı yerlere çoktan inmişti bile. Uzayın lambaları yıldızlardır. Su altında ise herhangi bir ışık kaynağı olmadığı için her yer karanlıktır. Sonsuz karanlık… Bilye, kendi ışıığıyla yolculuk ediyordu. Geçtiği yerler aydınlanıyor, daha önce gün yüzüne çıkmamış bir sürü canlı savaş hâlindeymiş gibi kaçışıyordu. Burada yaşayan hiçbir şeyin gözü yoktu. Buradaki canılılar veri toplama işlemlerini ses telleri, kulakları ve derileriyle yapıyorlardı. Göz ve görmek, bu âlemde hiçbri şey ifade etmiyordu.

Düşmekte olan bilye, hatırı sayılır düzeyde yavaşlamaya başladı. Yavaşladı, yavaşladı ve sonunda durdu. Saçtığı ışığın yanında artık titreşim de yayıyordu; suyun uzay ile benzer özelliklerini biliyormuş gibi bu titreşimleri okyanusun dört bir yanına, X,Y ve Z eksenlerinin tamamına ulaşacak şiddette üretiyordu. Bilimin, fiziğin kanunlarının farkındaydı. Işık yavaşça sönmeye başladı. Bilyenin üzerinde çeşitli motifler beliriyordu. Birkaç sembolün ortasında kocaman bir iris vardı. Bu bilye, bir gözdü! Mekanik değil, organik değil… Hangi maddeden yapıldığı belli olmayan bir göz.

-Son durum nedir?

-Yeterli derinliğe ulaştık efendim.

-Peki sonuçlar nasıl? Bu sefer elimiz boş dönmeyeceğiz.

Adamın ses tonundaki umut, karamsarlıkla perdeleniyordu. Daha önce onlarca kez yapılan bu keşif, umduğu gibi sonuçlanmamıştı.

-Bir önceki gezegenle aynı efendim. Gözle görülen pek bir yenilik yok.

Adam, önünde duran çizelgeyi eline aldı ve düşünceli bir şekilde incelemeye başladı “Oysa bu seferkinden emindim…” A-T 42 isimli bir gezegenin üzerini çizdi.

-Peki Göz’ü geri çağırabiliyor muyuz?

-Maalesef efendim, erişemeyeceğimiz derinliğe ulaştı, komut sinyallerini alamıyor.

“Dosyama bir uyarı daha eklenecek…” diye içinden geçirdi geminin kaptanı.

-Tamam, haritada bu gezegeni işaretleyelim. Göz’ü bıraktığımıza dair bilgileri olsun. Konseye dönüyoruz. Motorları durdur, sıçrama için hazırlanalım.

Göz, A-T 42 isimli gezegende kaderine terk edilmişti. Yüzde 77’sinin sularla kaplı olduğu bir gezegende. Okyanusun derinliklerinde…

Keşif ekibi Merkez Galaksi’ye geri dönüp hangara iniş yaptığı sırada Göz’ü bıraktıkları gezegende iki milyon yıl geride kalmıştı. Göz’ün A-T 42 gezegenine yabancı olan bileşimi suya karışmış, tüm canlılar etkilenerek yeni türler ortaya çıkmıştı. Bu canlı türleri her geçen bin yılda suyun yüzeyine biraz daha yaklaşıyorlardı. Yüzeye yaklaştıkça da küre biçimindeki yeni organları daha işlevsel hale geliyor, yıldızlardan yayılan ışığa doğru hamle yapıyordu. Bedenlerinde ufak çıkıntılar oluşmuştu. Bu çıkıntılar, ışığa hassasiyet gösteriyor, yıldızlara, gezegenin dışına ulaşmak için can atıyordu. Aradan beş yüz bin yıl geçtiğinde çıkıntılar iyice belirginleşmişti. Üzerlerinde lekeler oluşan bu küreler birer projeksiyon tüneli gibi beyne bağlanmışlardı. A-T 42’nin sisteminde dört yıldız olduğu için tek bir göz bu ışığı soğurup yumuşatmaya yetmemişti. İki, üç, hatta dört gözlü yaratıklar ortaya çıkmıştı. Bir canlının ne kadar çok gözü varsa suyun yüzey kısımlarında daha rahat yaşayabiliyordu.

Karaya çıkmayı başaran ilk canlının tam yüz otuz iki adet gözü vardı. Yarı sürüngen olan bu canlı, ileride kurulacak olan medeniyetin atasıydı. Ardından bu atayı pek çok canlı türü izledi. Birkaç milyon yıl sonra karada binlerce çeşit canlı kendi ekosistemlerini kurmuşlardı. Kimi, yıldızlara yaklaşma arzusuyla kanatlanmış, kimi ise yoğun enerjiden kaçmak için toprağın altına saklanmıştı.

Göz, her ne kadar canlıların birer organı hâlini almışsa da asıl amacı olan veri toplama görevini hiçbir zaman unutmamıştı. Canlılar gözlerini açık tuttukları her an, Merkez Galaksi’ye gönderilmek üzere veri depoluyordu. Bu verinin boyutu arttıkça beyinleri gelişti. Hafıza oluştu. Canlı türlerinin arasından birkaç tanesi kendini bu işe öylesine kaptırmıştı ki gezegen üzerindeki ilk bilincin ortaya çıkmasına neden oldular. Bilinç denen şeyin ortaya çıkışını, keşif için üretilmiş olan Göz’ün içindeki bir kod  sağlamıştı. Göz, kendi kendine öğrenip geliştirmeye programlı bir ‘şey’di. Artık, A-T 42 gezegeninde, amacı önüne çıkan her konuda bilgi toplayıp gizemleri çözmek olan, kendiliğindan oluşmuş bir bilinç yaşıyordu.

Bilinç, bir virüs gibi yayıldı. Milyonlarca canlı artık tek bir amaç uğruna yaşıyordu: Bilgi toplamak. Fakat bu bilgi ile ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Sadece topluyor, topluyor ve topluyorlardı. Fark etmeseler de genetikleri Göz’ün kodlarıyla birleşmişti. İçgüdü, arayış, bilgi… Hepsi birer rastlantıdan ibaretti.

Bu sonsuz arayış yolunda Bilim’i buldular. Önce kendi gezegenlerinin altını üstüne getirdiler, ardından sisteme, galaksiye sıçradılar. Yetmedi, uzayın karanlık denizlerine açıldılar. Bilgiyi, daha fazla bilgi edinmek için işlediler. Amaç hiç değişmedi; bir zamanlar Göz’ün yaptığı gibi…  

Bunlar da ilginizi çekebilir...

Üzgünüz - Yoruma Kapalı

"Once upon a time in the future: 2121" (Aka: Bir Zamanlar Gelecek: 2121)

Sıcak Kafa / Afşin Kum

HİLE – Bölüm – 1

KUTU – Bölüm – 1

Voidrunner

Kategoriler

Ziyaretçiler

Bugün: 101
Bu hafta: 101
Toplam: 339240