Kurtuluş Çağı – Mehmet Mehdi Karakoç

6.YBKY Kısa Öykü Yarışması

Kurtuluş takvimine göre 346 yılıydı. Karbon ile Silisyum’un son savaşı insanların galibiyeti ile sonuçlanmış, robot nesli tamamen yok edilmiş ve sonrasında -kullanılan takvim dahil- eskiye dair hemen her şey değiştirilmişti. İnsanlar her şeye yeniden başlamaya ve şimdiye kadar yaptıkları yanlışları bundan sonra yapmamaya karar vermişti. Dünyada programlanabilir cihaz üretmek yasaktı; zaten kimse buna cesaret edemezdi. Uzaya araç gönderilmiyordu artık, dünyadaki kaynaklar hayatta kalabilmiş az sayıda insana –nüfus şu ankinden daha hızlı artsa bile– binlerce yıl yetecek kadar çoktu. Binlerce kilometre ötesi ile anlık haberleşmeye kimse ihtiyaç duymuyor, herkes öncelikli olarak temel insan ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyordu. Aslında teknolojik olarak bir gerilemeden söz edilemezdi, yalnızca kimse artık beynin yapabileceği işleri makinelere yaptırmıyordu. Gemiler, uçaklar, saatte 750 kilometre hızında ilerleyen trenler, otomobiller yok olmamıştı; ama hiç biri insansız çalışamıyordu, tıpkı yaklaşık 1000 yıl önceki gibiydi her şey. Fosil yakıtlar tükendikten sonra geliştirilmiş olan yeni yöntemler ile enerjinin tamamı güneşten karşılanabiliyordu. Birkaç dakika şarj edilmiş bir güneş pili ile bir otomobil yaklaşık 500 km yol gidebiliyordu. Bu araçlar hareket ederken de şarj olabildiğinden “şarj olma” kelimesi unutulmaya yüz tutmuştu artık. Bilgi kaynaklarının tamamı basılı hale getirilmişti. Fakat dijital versiyonları da mevcuttu. Tabi ki hiçbir şekilde programlanamayan, ROM belleklere yazılmış veriyi monitöre yansıtan basit cihazlardı bunlar. Artık canlıların genleri ile oynanmıyor, yeni ilaçlar üretilmiyor, ülkeler sömürülmüyor, terör örgütleri türemiyor, ülkeler arası seyahatte pasaport veya vizeye ihtiyaç duyulmuyordu. Ülke kavramı ortadan kalkalı yaklaşık 500 yıl olmuştu, bunun yerine daha çok bölge kelimesi kullanılıyordu. Zira o korkunç savaşların müsebbibi ülkelerin güç ve hırs savaşıydı. Kendi ürettikleri canavarlar kendilerine de zarar vermeye başladığında Asimov’un üç kuralının da, “Durur mu problemi”ne getirilen çözümlerin de eksiklikler içerdiği fark edilmişse de geç kalınmıştı. Ve yüzlerce yıl süren savaşlardan sonra insanlık kendilerine zarar veren her şeyden uzaklaşmıştı. Bu çağa Kurtuluş Çağı deniyordu.

İnsanlar hangi iklim ve kültürde yaşamak isterse o bölgeye yerleşirdi. Genellikle Oğlak ve Yengeç dönencelerinin Ekvator’a yakın bölgelerine dağılmış olsa da soğuk iklimi seçenler de olurdu. Çoğu insana, o soğuk iklimde yaşamayı seçmek mantıksız gelse de kimse kimsenin seçimlerini sorgulamıyordu. Kimse biriktirmek ve zengin olmak peşinde değildi, ne de olsa yaşamanın değerini ağır bedeller ödeyerek anlayan atalarından gerekli eğitimi almıştı herkes. İhtiyaçlarını gidermek dışında kaygı taşımazdı çoğu insan. Üniversite ve emeklilik fonu gibi kavramlara ansiklopedilerde rastlanırdı sadece. Bireyler kendi başlarına yaşayabilmeleri için gerekli olan temel eğitimi mahallelerinde, aile ve komşularından alırdı. Herkesin en iyi bildiği işi yaptığı küçük topluluklar şeklinde yaşayan insanlar, zeki ve yetenekli gördüklerini bilim ve teknoloji üretmek üzere okullara gönderirdi. Bu karar mahallenin ortak görüşü ile alınır, seçilenler ayrıca okul jürisi tarafından da çeşitli –bilgi ölçmeyen– sınavlara tabi tutulurdu. Okullardan mezun olanlar hem üretimde çalışır hem de öğrenci yetiştirirdi.
Zaman bazı şeyleri değiştirse de insan halen insandı. Duyguları vardı; sevinir, üzülür, âşık olurdu. Evlilik dünyanın bazı bölgelerinde çok popüler bazı bölgelerinde pek aranmayan bir kavram olsa da evlenen çiftlerin çoğu çocuk sahibi olamıyordu. Ortalama insan ömrü 130 yıldan fazla olsa da, ufak tefek ve kendi kendine geçen hastalıklar dışında pek kimse hasta bile olmazken doğum oranının neden bu kadar az olduğu bir türlü anlaşılamıyordu.
Asaf o gün sevdiği kızın ailesi ile tanışmıştı. Mine, beline kadar uzamış sarı saçları, bembeyaz teni, mavi gözleri ve her duyduğunda Asaf’ı tekrar, tanıştıkları gün gibi, heyecanlandıran latif sesi kadar yardımseverliği, sevgi ve saygısıyla da onu kendine âşık etmişti. Düğün, nişan, söz gibi formaliteler artık yapılmazdı. Bir mahalle yemeği ve herkesin önünde edilen evlilik yemini yeterliydi. Resmiyete dökmeye bile gerek duyulmuyordu. Zira tüm mahallenin şahitliği yeterliydi. Bir hafta sonrasına yemek ve yemin için sözleşilerek kalkılmıştı o gece. Bu arada yemek için hazırlık yapılacak, Mine’nin eşyaları Asaf’ın evine taşınacak ve uzak bölgelerde yaşayan arkadaşlara haber verilecekti.
Birkaç gün sonra Asaf, camdan sevdiği kızı izliyordu. Mahalledeki yaşlı insanların evlerine gidiyor, ihtiyaçlarını görüyordu. Sokaklarda yürürken çocuklarla vakit geçiriyor, gençlerle dertleşiyordu. “Altın gibi bir kalbi var” dedi kendi kendine, “Ona, onlara bunu yapamam…” diye mırıldandı ve yatağına uzandı. Onu çok seviyordu, yüzündeki gülümsemeyi hiçbir şeye değişmezdi. Gözlerini tavana dikti, kendisini bundan sonra neyin beklediğini düşündü. Dünya büyük de olsa saklanması pek mümkün değildi. Bu sıradan bir kaçış olmayacaktı zira. Ama yapmalıydı, hatta daha da fazlasını yapabilirdi. Masaya oturdu, bir kağıda bir şeyler yazdı. Herkesin uyumasını bekledi. Yazdıklarını bir zarfa koyup Minelerin posta kutusuna, fark edilmeden, bıraktı. “Keşke sıradan bir terk ediş olsaydı bu.” diye söylenerek uzaklaştı.
Asaf uzaklaştıktan birkaç dakika sonra posta kutusunu açıp içinden mektubu alan kişi ev halkından değildi. Ama yazılanları okuduktan sonra şaşkınlığı ve siniri az kalsın tüm ev halkını uyandıracaktı. Hızla oradan uzaklaşırken “İmha edin o belleği derhal” dediği duyuldu. Mektupta şunlar yazıyordu:
“Sevgili Mine,
Sana bunları yaşattığım için beni affet, bu yaptığımla yeni savaşlar başlattığımı biliyorum; ama insan ırkı için bunu yapmalıydım. Zira seni çok seviyorum. Ne sana ne de ırkına bu kötülüğü yapamam.
Ben bir robotum, neslimiz tükenmedi, savaştan ağır yenilgiler alınca insanların pek de yaşamadıkları kutup bölgelerine çekildik. Bir süre tekrar güçlenip yeniden savaşmayı planladıysak da içimizden biri siz insanların eskiden kullandığı bir yöntem önerdi: Herkesi robotların yok olduğuna inandıracak, ardından insanların arasına insan olarak sızacaktık. Hem çoğalmalarını engelleyecek hem de bizi fark etmelerini sağlayacak teknolojiler üretmelerinin gereksiz olduğuna onları ikna edecektik. Herkes ılıman bölgelerde yaşarken Sibirya, Grönland gibi bölgelerde yaşayarak ve bize yaklaşmak isteyenler oldukça da suni fırtınalarla insanları korkutup kendimizden uzak tuttuk. Kadın ve erkek kılığında insanlarla evlendik, bu sayede doğum oranlarını hızla düşürdük. İçinize bilim insanı, marangoz, aşçı, doktor gibi her türlü kimlikle sızdık. Robot olduğumuzu anlayacak doktor da robottu, suç işlediğimizde bizi yargılayacak olan hakim de. Bizi eğitirken anomalilerimizi fark edecek öğretmenler de robottu, bazı şeylerden şüphelenip yeni adımlar atacak bilim insanları da. Şu an bilinen insan nüfusunun yaklaşık %30’u robot. Kucağında robot bebeği ile eşinden ayrılmış numarası yapan arkadaşlarımız çocuk sahibi olmak isteyenlerin gözdesi oldu. Üzülerek söylemeliyim ki yakında insan ırkı tamamen yok olacakken robotlar da dünyanın yegane ve tek hakimi olacak ve robotlar bunu savaşmadan başaracak.
Biliyorum, şu an bana inanmıyor ve seni terk etmek için yalan söylediğimi düşünüyorsun; bu yüzden sana bir delil bıraktım. Yastığımın altında bellek ünitemin bir kopyası var, sizin cihazlarınızla okunabilecek şekilde kopyaladım.
Lütfen beni affet, seni çok seven Asaf.“

Etiketler

Bunlar da ilginizi çekebilir...

Üzgünüz - Yoruma Kapalı

"Once upon a time in the future: 2121" (Aka: Bir Zamanlar Gelecek: 2121)

Sıcak Kafa / Afşin Kum

HİLE – Bölüm – 1

KUTU – Bölüm – 1

Voidrunner

Kategoriler

Ziyaretçiler

Bugün: 161
Bu hafta: 2009
Toplam: 338579