Darwin’İn Senfonisi – Abdülkadir Doğanay
3.Yerli Bilimkurgu Yükseliyor Kısa Öykü Yarışması İkincisi – Darwin’in Senfonisi – Abdülkadir Doğanay
Sesini verdi rüzgar titrerken ellerim
Köydeydim, başakların rengini aldım
Şafakta güneş,
Çatıda kan kırmızı kiremit
Tuz koktu ellerim;
Yakamoz rengi hırçın sulara daldım.
İnsan bu pek garip mahluk!
Yıldızları topladım kafamdaki heybeye
Yıldızları topladım bu alem benimdir diye;
Yıldızların, şeklini aldım…
M.Ö 7350
Kabilenin şamanı ağzına aldığı boyalı suyu ince bir boru vasıtasıyla sol elini üzerine koyduğu duvara püskürttü. Şaman olarak ayini başlatma şerefi ona aitti. Çeşitli dans ve ıslık ezgileriyle beraber ritüel başlamış oldu. Mağara duvarına önce kabilenin erkekleri el izlerini bıraktı. Ardından sıra kadınlara geldi. El izini duvara bırakan kişi tabiat ruhları tarafından kutsanmış oluyor, böylece tehlikelerden korunuyordu. Çocukların ruhları masum olduğundan çocuklar her daim kutsanmış sayılıyor, törene katılamıyordu.
Şaman tüm bu curcunayı arkasında bırakıp mağaradan dışarı çıktı. Yapraklar çoktan dökülmüş, bulutlar toplanmıştı. Havayı koklayıp kaygı dolu gözlerle göğü izledi. Bu duanın onları yaklaşan felaketten korumasını umuyordu. Büyük kış kara bir duman gibi yaklaşıyordu.
****************************
M.S 2096
“… Bahsi geçen karar neticesinde Europa ve Enceladus uydularında tam ve sürdürülebilir bir biyom kurmak amacıyla önümüzdeki yıllarda doğacak çocukların bazıları ile uygun hayvan ve bitki türlerinin
bir kısmı genetik uygulamaya tabi tutulmak üzere alıkonulacaktır. Uydulara yerleşim Güneş Sistemi’nin kolonileştirilmesi için hayati önem taşıdığından ve dünyalaştırma işlemleri insan ölçütlerine göre çok uzun sürdüğünden bu çeşit bir gelişme zaruri olmuştur…”
Dalgalar yüzünü şefkatle yaladığında deniz tabanındaki vakumları tamir ediyordu adam. Kan emici bir sülük gibi jeotermal enerjiden beslenen boru hatlarının içinde iki, belki de üç saat geçirmişti. Canı sıkılınca göz ucuyla uzaktaki balık sürülerini seyretti. Önceden programlanmış yapay içgüdülerle hareket eden sürü karmaşık bir koreografi sergiliyordu. Yüz metre uzaklıktaki çiftlikte binlercesi vardı. Beyinlerindeki bir dürtü onlara orada kalmalarını emrediyordu.
Her zaman önce alttaki sıra dalıyordu su tabanına. Muhteşem bir cümbüş içinde sürü hareketleniyordu. Diptekiler kiraz yosunlarını yedikten sonra en tepeye yüzüp yerlerini ikinci sıraya devrediyorlardı. Adamın kızılötesi gören gözlerinde tüm bu hareket kan damarlarından oluşan sonsuz bir girdap gibi devinip duruyordu.
Doğduğundan beri içinde büyüdüğü dalgalar gibi düşünmeye başlamıştı. Düşünceler dalgalar, burgaçlar ve gelgitler halinde geliyor; kıvrılıp, bükülüp, biçim değiştirip tekrar su yüzüne çıkıyordu.
“Sen hala bizden birisin!” demişti babası ellerinden tutup. Can sıkıcı görüşme günlerinden biriydi. Europa’dan ayrılıp Dünya yörüngesinde bir istasyonda buluşmuştu onlarla.
Babasının bu sözü karşısında gülesi gelmişti adamın. Perdeli el ve ayak parmaklarıyla, boynundaki solungaçlarıyla, küçük siyah gözleriyle, kalın derisi ve yağlı gövdesiyle yabancı bir yaratıktı kendisi. Tarihte ilk defa bir çocuk babası ve annesiyle aynı türden değildi.
Europa ve Enceladus’ta koloni kurmak amacıyla belli genotipte çocuklar henüz embriyo safhasındayken başkalaşıma tabi tutulmuştu. Elli yıllık çalışmanın ardından Europa endemik bitki, hayvan ve insanlarıyla giderek büyüyen bir ekosistemdi. Milyarlarca yıllık bakir topraklara kurulmuş devasa bir su altı gezegeniydi.
Açık gri yüzünü aşağı eğip “Sizden biri olmadığıma eminim.” demişti adam. “Sizin dünyanızda bana yer yok.”
Annesi bir saniye bile tereddüt etmeden cevap vermişti: “Ama kalbimizde var.”
Gerçekten onların kalbinde bir yere sahip miydi? Kendisini bozuk bir yemek gibi kusup atan Dünya gezegeni, içindeki yıllardır dindiremediği özlemin ana vatanı olabilir miydi? Cevap veremedi.
Jüpiter’in tetiklediği tektonik hareketler ve gelgitler azalmıştı. Azalan jeotermal enerji ve gitgide uysallaşan deniz kış mevsiminin gelmek üzere olduğunu haber veriyordu. Uzaktaki düzlüklerde kilometreler boyu uzanan mercanlar havaya renkli polenlerinden bırakıyorlardı. Şehir arkasındaydı adamın. Uykusu bastırmıştı. Birazdan biçimsiz ve renksiz deniz koca bir kütle gibi göğsüne binecekti.
Evine dönmeden önce önündeki bir kaya çıkıntısına oturdu. Yüz milyonlarca kilometre uzaktaki Dünya’yı ve kendisine biçilen kaderi düşündü. Milyonlarca yıl önce kara yaşamına adapte olmuş insanlık şimdi koca bir çember çizip tekrar su altına dönmüştü. Belki de bu kadar düşünmesi yersizdi. Belki de asıl vatanı burasıydı.
************************
Kadın evinin terasına çıkıp sanki milyonlarca kilometre ötedeki oğlunu görebilecekmiş gibi yıldızlara baktı. Uzaktaki ormanlarda ağaçların yaprakları dökülüyor, kuzeyden esen soğuk rüzgârlar kışın gelişini haber veriyordu.
Evine girip uyumadan önce yaşlı gözlerle biraz daha gökyüzünü izledi. Belki de tüm bu yaşanan hasret insanlık için bir doğum sancısından fazlası değildi.
************************
M.S 4000
Dünya yörüngesindeki elmas teras bugün çok anlamlı bir buluşmaya ev sahipliği yapıyordu. Misafirlerden biri, Alpha Centauri elçisi gezegenin kızılötesi görüntüsünü izledi. Soğuk hava akımları azalıyor, sıcak su akıntıları artış gösteriyordu. Yüzünde ufak bir gülümseme belirdi; kış nihayet son buluyordu.
Galaksinin bu çeyreğinden binlerce kafile bu anlamlı buluşmayı görmeye gelmişti. Güneş sistemi tarihinde hiç bu kadar büyük bir kalabalık görmemişti.
İnsanoğlu yıldızlara yayıldı. Binlerce yıl boyunca, binlerce başka çehreye bürünüp ölü denen gezegenlerin hepsinde yabani kır çiçekleri gibi bitmeye başladı. Sonunda bu yabani otların kökleri tekrar birbirine dokundu ve gökadanın bu çeyreğinde koca bir ormanı andıran İnsan Türleri Ortaklığı kuruldu.
Robot garsonlar içkileri servis ederken Titan delegesi gezegeninden getirdiği evcil bir hayvanı konuklara tanıttı. Bir grup ziyaretçi balmumundan yapılmış Homo Saphiens heykelini merakla inceliyordu. Artık çoktan yok olmuş atalarının suretiydi bu.
Kimisi tamamen inorganik, kimisi mekanik, kimi sürüngenimsi, kimi amfibi, kimi biçimsiz, kimi kanatlı, kimiyse anlatılamayacak kadar tuhaftı. Hepsi üç bin yıl önce o büyük genetik değiştirmenin başlattığı hareketin sonucuydu. Bugün kutlama günüydü. Çoktan yıldızlararası bir medeniyete dönüşmüş insanlığın eskileri anma zamanıydı.
Dünya baş delegesi kürsüye çıktı. Yapay evrime az tabi tutulduğu için eski insana en çok benzeyen dünyalılardı. Kürsüsünün önündeki bir kaya parçasını gösterip terastaki tüm ziyaretçilere seslendi :
“Bu gördüğünüz şey sevgili dostlarım, binlerce yıl önceki atalarımız olan Sapiensin mağara duvarına bıraktıkları el izleri.”
Antik taş parçasının yüzeyinde düzinelerce renkli el izi vardı. Eğer ellerini boyaya batırıp duvara sürmeseler kimsenin varlıklarından bile haberdar olmayacağı insanlar tarafından yapılmıştı.
“Bunları yapan insanlar ‘biz de bu dünyadaydık’ demek için yaptılar. Şimdiyse sıra bizde, tıpkı binlerce yıl önceki atalarımız gibi bu dünyada kendi el izlerimizle hatırlanalım.”
Birbirinden farklı yüzlerce varlık duvara bir iz bırakmak için sıraya girdi. Islıklı bir şarkı eşliğinde töreni sürdürdüler. Hepsi aynı karedeyken oluşan o tuhaf tablo ancak Darwin’in yazabileceği muazzam bir senfoniyi andırıyordu. Böylece insanlık mağara duvarlarına bıraktığı izlerle birlikte bir milenyumu ve koca bir kışı daha geride bırakmış oldu…
SON
Bunlar da ilginizi çekebilir...
Üzgünüz - Yoruma Kapalı
Son Yorumlar