Sonu Olmayan Yolculuk – Anıl Şahal – 1.
12. Yerli Bilimkurgu Yükseliyor Kısa Öykü Yarışması Birincisi
Gözüm kamaştığında geniş siperlikli şapkamı yüzüme vuran güneş ışığını kesmesi için iyice aşağı doğru çektim. Normalden daha sıcak bir gün oluyordu ve sopamdan destek aldığım halde yürümeyi sürdürmek iyice zorlaşmaya başlamıştı. Her adımımda botlarım kurumuş topraktan bir karış toz kalkmasına sebep oluyorlardı. Biraz ileride kayalık bir alan, onun hemen ardında çirkin görünüşlü dallara sahip tek tük ağaçlar görünüyordu. Sonrasında ne olduğunu ise kim bilebilirdi? Hafif bir titreşimin sesi geldi kulaklarıma. Gövdesini iyice yuvarlayıp toplayarak alarm durumuna geçmiş, kuyruğunun ucundaki çıngırağı ‘Yanıma yaklaşma!’ dercesine uyarıyla sallayan ufaklıktan uzaklaşmak için hafifçe yön değiştirerek yoluma devam ettim. Gerçi zehirli dişlerinin botlarımı aşması mümkün değildi. Hemen önümdeki toprak parçaladığında durdum ve botlarımın üzerine yağan ufak taş yağmurunun bitmesini bekledikten sonra başımı kaldırıp şapkamın altından demir bilyenin geldiği yere baktım. Namlusundan dumanlar tüten tüfeği üzerime doğrultmuş kız on sekiz, yirmi yaşında ya vardı ya yoktu. Arkadaşı da öyle. Her ikisinin de kıyafetleri eskiydi, güneşten esmerleşmişlerdi ve toz toprak içindeydiler.
“Kimsin, buraya neden geldin?” diye sordu ince sesiyle. Tüfeğini artık bana doğrultmasına gerek yoktu, atış yaptıktan sonra yeniden doldurması gerekiyordu ama o, benim bunu bildiğimi bilmediğinden blöf yapıyordu.
“Kim olduğumu biliyor olmanız lazım,” dedim gözlerimi üzerine dikerek. “Yoksa size eğitim vermediler mi?”
Bakışlarımın onu tedirgin ettiği belli oluyordu. Çok gençlerdi, genç ve tecrübesiz. Arkadaşı eğilip kulağına bir şeyler fısıldadı. Bu sırada ikisi de gözlerini benden ayırmadılar.
“Sana inanmıyorum,” dedi. “Pusula Taşıyıcısı yalnızca bir masal.”
“Masallar ve gerçekler bir madalyonun iki yüzüdür.”
“İki yüz yaşında gibi durmuyorsun,” dedi.
“Hiç iki yüz yaşında birini görmüş müydün ki?” diye sordum.
“Yalnızca iskelet olarak,” dedi.
Güldüm. Haksız sayılmazdı. Elimi onları tedirgin edecek şekilde paltomun iç cebine götürdüm ve altın zincire bağlı ufak metal cihazı çıkarıp onlara gösterdim. Güneş ışığı bakır rengi metalin üzerinde parladı.
Hipnotize olmuş gibi pusulaya baktılar. “Büyük ihtimalle sahtedir,” dedi kız kendinden hiç de emin olmayan bir şekilde. Boş tüfeği hala üzerime doğrultuyordu.
Yaşlı adamların yaptığı gibi çevresi sakallarla kaplı ağzımı sıkıca kapatıp gözlerimi onlara diktim ve yürüyüş sopamın üzerine dirseklerimi dayayarak bekledim. “Denemekte serbestsiniz,” dedim.
Birbirlerine baktılar. Deneyeceklerdi, en azından silahı tutan deneyecekti. Gözlerinde o ışıltıyı görüyordum. Beni göz hapsinde tutmaya devam ederek tüfeği arkadaşına teslim ettikten sonra üzerinde durdukları kayadan aşağı inip yanıma geldi ve kafasını kaldırıp bakışlarını bana doğrulttu. Çehresi ciddi, gözleri sorgulayıcıydı. Yakından bakınca oldukça güzel bir yüzü olduğunu gördüm. Eşim de aynı ela gözlere sahipti. İki yüz küsur yaşında bir zombi haline gelmeden önce benim de bir ailem vardı ve kız konuşmasa nerdeyse anılara dalacaktım.
“Ne yapmam gerekiyor?”
“Gezegenin manyetik alanı ile ilgili temel bilgin vardır diye düşünüyorum,” dedim.
Gençlere özgü bıkkınlık ile gözlerini devirdi. “Evet, evet, erimiş demirin çekirdek etrafında dönüşü,” dedi sabırsızca.
“Artık dönmüyor,” dedim, pusulayı ona uzattım. “O yüzden manyetik alanı kaybettik ya.”
Bunun için beni suçluyormuş gibi baktı. En azından benim üstümden bütün jenerasyonumu suçluyordu. Haksız da sayılmazdı. İstilayı defetmek için dünyanın çekirdeğini mahveden bizdik. Beraberinde bütün elektronik cihazlarımızı da. Artık geceleri yıldızları görebiliyoruz ama önümüzü değil.
İnce parmaklarıyla pusulayı ürkekçe eline almasında rahatlatıcı bir şeyler vardı. Çok uzun zamandır onu taşıyordum ve yükü artık ağır gelmeye başlamıştı. Onu gerçekten benden alacak birisi olsaydı… Ama bu mümkün değildi. Uzaylı virüsü vücuduma enjekte etmeme kadar giden tesadüfler silsilesi Atlas olmam için beni seçmişti. Dünyada hiç kimsenin onu benden almaya cesaret edebileceğini sanmıyordum. Taşıyıcı bıçak sırtında yürürken bu olamaz.
“Manyetik alan olmasa da pusula aynı prensiple çalışıyor. Yalnızca manyetik kuzeyi değil, Kapıları gösteriyor,” dedim.
‘Kapılar’ kelimesini duyunca gözlerini kocaman ve masumca açtı. “O…onlar gerçek mi?” diye sordu.
Başımla onayladım. “Maalesef öyle çocuğum,” dedim. “Ve bu pusula onların açılmasının önündeki tek engel. Yeni bir istilanın da. Yalnızca doğru zamanda doğru yerde olmak gerekiyor. Yani bir kapının ortaya çıkıp açılmasından önce. Pusula şu anda olduğu gibi harekete geçtiğinde ben de geçiyorum. Kapıyı buluyorum, gerisini pusula kendi hallediyor, sonuçta onların teknolojisi. Elimize geçtiği için şanlıyız. Nasıl çalıştığını bildiğimi söyleyemem ama Kapıyı işlevsiz hale getiriyor. Şimdiye kadar bu yedi kez oldu.”
Elindeki küçük aleti dikkatlice inceledi. İğnesi sabit bir şekilde gitmekte olduğum yönü gösteriyordu, hâlbuki bir gün önce fır fır dönmekteydi. “Peki ya zamanında oraya gidemezsen? Bir atın bile yok. Ya kapı Antartika’da ortaya çıkarsa ya da Afrika’da, okyanusun ortasında?”
“Kapılar bu kıta dışında ortaya çıkmıyorlar, çekirdeği burada mahvettik ve bir şekilde kapıları da buraya hapsetmiş olduk, ama yine de bu dediğin olacak olursa o zaman tanrılar bize yardımcı olsun.”
“Neden her seferinde tek bir kapı açılıyor?” diye sordu.
Bu konuyu ben de çok sık düşünmüştüm. İki yüz yaşına gelince düşünmek haricinde yapacağın pek fazla bir şey kalmıyor. Sonunda vardığım sonucu ona söyledim: “Aslında diğer taraftan sürekli kapı açıyorlar ama bir sebepten ötürü kapılar burada farklı zamanlarda beliriyor olmalı. Uzay-zamanı tuhaf bir şey. Neyse ki şimdilik bizden yana,” dedim. “Şimdi, görmek istiyor musun?”
Hafifçe nefesini tuttu. Maceracı insanları bir görüşte tanırım. Pusulaya sırtını dönecek birisi değildi. “Gözlerini kapat ve pusulanın sana yol göstermesine izin ver,” dedim. “Zihnini boşalt.” Dediğimi yaptı, eğer başarırsa az sonra görecekleri… Ani bir çığlıkla dizlerinin üzerine çöktü. Bu kadar çabuk başarmasını beklemiyordum. Elimi omzuna koydum.
Yaşlı gözlerle baktı bana. “Bu…bu çok korkunç,” dedi. “Orada bekleyen şey…” durdu. “Tarifsiz.” Ayağa kalktı ve pusulayı bana geri verdi. Kırışık parmaklarımı pusulanın üzerine kapattım. “O şey aç,” dedi. “O her neyse çok aç ve giderek de sabırsızlanıyor.”
Pusulayı cebime koydum. “Biliyorum çocuğum,” dedim. “Gitmeliyim.” Yürümeye başladım.
“Neden tek başına olmak zorundasın?” diye sordu. “Hepimizin tek amacı pusulayı Kapılara götürmek olmalı. Atlar yetiştirmeli, araçlar yapmalıyız, kamplar kurmalı, nöbetçi kulübeleri dikmeliyiz, bu dağınıklıktan kurtulup bir araya gelmeliyiz.” Durdum, gözlerimi kapattım. Geçmiş gözümün önünde canlanırken anılar üzerime üzerime geliyor ve darbeleriyle beni yıkmaya uğraşan bir boksör gibi çevremde dans ediyorlardı. İnsanlık, tarih boyunca hiçbir zaman tek bir amaç için bir araya gelmeyi başarabilmiş değildi. Çıkarlar söz konusu olduğu sürece bunu yapamazdı, tehlike ne kadar büyük olursa olsun. Nasıl olsa ortaya birisi çıkar ve onları kurtarırdı. Ona döndüm ve şapkamla hafifçe selam verdim. “Yalnızca senin gibi bir liderleri olsaydı,” dedim. “Hoşça kal çocuğum.” Gideceğim çok yolum vardı. Tozlu, kuru topraklar botlarımın altında ezildi.
Bunlar da ilginizi çekebilir...
Üzgünüz - Yoruma Kapalı
Son Yorumlar