Yeni Bir Başlangıç – Mustafa Özçınar
1.Yerli Bilimkurgu Yükseliyor “Işınlanma” Konulu Kısa Öykü Yarışması, İkincisi
Garip bir uyuşukluk hissinin ardından karnınızda uçuşan kelebekler. Mutlak sessizliği takip eden bir uğultu. Gözünüzün önüne çekilip dünyanızı bir anda karartan perde, sayısız noktadan alev almışçasına paramparça olup dağılırken herşeyin eski haline dönüşü.
Yeni neslin bu deneyimi hiç yaşamadığını, hatırlayabilecek kadar eskilerin ise artık aranızda olmadığını elbette biliyorum.
Yıllar öncesinde kalan bu ilkel ışınlanma deneyimini sizlere neden anlattığımı merak ediyor olmalısınız.
Işınlanma sizler için alışageldiğiniz bir ulaşım aracı olsa da bu teknoloji geliştirilmeye başlandığında bizler için bir ölüm kalım meselesiydi. Birazdan anlatacaklarım tarih kitaplarınızda okuduklarınızdan çok farklı olacak.
Beni, yani büyük bilim insanı Maya’nın elektronik dehası olarak bilinen oğlu Ankor’u iyi tanıdığınızı ve 142 yaşında olduğumu bildiğinizi sanıyorum. Bildiklerinizin eksik olduğunu söylemeliyim.
2286 yılı, insanoğlunun bin yıllardır hayalini kurduğu ışınlanmanın gerçekleşebileceğine inanmaya başladığı sihirli bir yıldı benim için. O zamanlar henüz 14 yaşında bir çocuktum. ilk ışınlanan canlının bir sinek olduğunu daha dün gibi hatırlarım. Laboratuvarda bir masadan ötekine kadar topu topu iki metrelik bir mesafeyi kateden bu sinek işlem sırasında ölmesine rağmen tarihe geçmişti.
Annemin ekipteki bilim insanlarından biri olması sayesinde çalışmalar ve kullanılan cihazlar konusunda herkesten fazla ve erken bilgi sahibi olabiliyordum. Çıkış kabini minicikken varış kabininin daha büyük ve hantal olması dikkatimi çekmişti. Annem bunun sebebini açıkladığı zaman beynimde bir şimşek çakmıştı.
— Çıkış kabininde canlıyı tarayıp onun moleküler yapısını ana bilgisayarımıza yüklüyoruz. Varış kabininde ise bu yapıyı ve ışınlanma anındaki tüm biyokimyasal ve biyoelektriksel süreçleri o anki halleriyle yeniden inşa ediyoruz. Bu yüzden varış kabini çok daha büyük.
Demek bu iş böyle yapılıyordu. Küçük bir çocukken, 3 boyutlu yazıcıya nasıl bir parça üreteceğini bir veri dosyasıyla yüklüyordum. Işınlanmada ise bu bilgi o anda elde ediliyordu. Ama her halükarda varış kabininden çıkan şey bir kopya idi. Demek ki ben ışınlanırsam aslında yok olmuş olacaktım. Diğer kabinden çıkan şey ise benim tıpa tıp bir benzerim olacaktı. Anneme bunu da sordum. Önce güldü. Sonra biraz düşünüp cevap verdi.
— Vücudumuzu oluşturan atomlar, ortalama üç dört ayda bir neredeyse tümüyle yenilendiklerinde biz de değişiyor muyuz? Işınlanmada bireyi yeniden oluşturuyoruz ama o andaki duygu ve düşüncelerini oluşturan biyokimyasal ve biyoelektriksel verileri de kullandığımız için varış kabininden çıkan aynı kişi oluyor.
Bu cevap beni tatmin etmemişti. Bir insanın ruhu ve duyguları, hormonlar ve enzimler gibi türlü çeşitte biyolojik doku ve proteinlerin yapılarında saklanabilir miydi? Ayrıca çıkış kabinindeki yolcu neden yok oluyordu? Bilgiyi alıp diğer tarafta yeniden üretim için kullanmaya tamam da aslını neden ve ne hakla yok ediyorduk? Annem bunun çok karmaşık bir açıklaması olduğunu söylemişti. Dünyada bu olayı biraz olsun anlayabilen sayılı bilim insanı varmış. Sanırım aynı canlının belli bir anından sadece bir tane var olabiliyormuş ve biz onu anlamak için tararken o yapı bozunuma uğruyormuş. Biz yeni bir kopya yaratırken asıl örneği korumayı başaramıyormuşuz.
Bu nedenle, çıkış kabininde biçimsiz ve hayatiyetini kaybetmiş bir protein püresi bırakmaktansa güçlü manyetik ve ses ötesi dalga demetleriyle örneği parçalayıp buharlaştırıyorduk. Bu bana yanlış geliyordu.
Bilim şehidi o sinekten insana geçiş bir günde gerçekleşmedi. Dokuz ay boyunca, farklı canlı türleri üzerinde yapılan sayısız çalışmadan sonra insanlar üzerinde denemelere izin verildi. Aslında belki de dokuz yıl gerekirdi bu aşamaya geçiş için ancak zamanımız daralıyordu. Enkaz haline gelen dünyamızdaki yaşanabilir bir kaç üsten, radyasyon ve zehirli gazlardan etkilenmeden, Mars’taki üslerimize insanları taşımalıydık. Bunun için roket kullanamıyorduk. Roketlerimiz için yeterince yakıt bulamamamız bir yana onları üretebileceğimiz tesis ve hammaddemiz de yoktu.
Kaynakları yetersiz kalan üslerin nüfuslarını bir an önce azaltmalıydık. Taradığımız biyolojik örnekleri Mars’a taşıyabiliyorken dünyadaki örnek çeşitliliğini arttıramıyorduk. Elimizde olmayan gıda ve bitkiler için ansiklopedik bilgilere sahiptik ama o anki biyolojik süreci aynen kopyalayamazsak elimizde sadece ölü bir örnek kalıyordu ki bu da malzeme ve vakit kaybı demekti. Keşke daha fazla bitki ve hayvan çeşidini yaşatabilse ve saklayabilseydik. Ayrıca artık yeterince temiz hava ve suyumuz da kalmamıştı.
Denemelerde öncelikle ileri yaştakiler ve sağlık durumları iyi olmayanlar kullanıldı. Bunların başlarına gelenleri biliyorsunuzdur. İlk bir ayda neredeyse kimseyi sağ salim Mars’taki üslere ulaştıramadık. Bazıları manyetik fırtınaların etkisiyle iletimi geciken verilerin kurbanı olurken diğerleri varış kapsüllerine vardıklarında kalp krizi veya inme geçirip öldüler. Hafızası yerine gelmeyip bitkisel hayata girenler de oldu.
Bu kötü başlangıçtan sonra gün be gün ilerlemeler kaydettik. Her başarısız deneme bize bir şeyler öğretiyor ve aksaklıkları düzeltip yola devam ediyorduk.
Vaktimiz daralıyordu. Öyle ya da böyle ölüp gidecektik. Zehirli ve yıkık bir dünyada çürüyüp gitmek ile bize yeni bir umut olan Mars yolunda atomlarına ayrılıp dağılma ihtimali arasında seçim yapmak kolaydı. Birisinde mutlak ölüm varken diğerinde az da olsa umut vardı.
Babamı yıllar önce büyük savaşta kaybetmişiz. Sonraki yıllarda kız kardeşim de üç yaşındayken çiçek hastalığından ölmüş. Kökü çoktan kazınmış olan bu virüs, savaştan sonra laboratuvarlardan çalınıp kullanıldığı için yeniden kurbanlar almaya başlamış.
Annemin tek hedefi, kalan bir avuç insan ile birlikte ailesinin hayatta kalan tek ferdini yani beni Mars’a gönderip kurtarmaktı.
En büyük sorunumuz, verileri Mars’taki üsse ulaştıran antenlerimizin manyetik fırtınalardan etkilenmeleriydi. Elimizde topu topu üç sağlam anten kalmıştı.
Manyetik fırtınalar her ne kadar önceden kesin olarak belirlenemese de belli dönemlerde azalıyorlardı. Annem benim ışınlanmamı böyle bir döneme saklıyordu.
İlk ışınlanmamı, aradan geçen bir asıra rağmen daha dün gibi hatırlıyorum. Işınlamadan önce cihazın zamanlayıcıları ve kabin kapılarını gizlice yeniden programlamıştım.
İşlem sorunsuz gerçekleşti. O gün bu işlemin hafıza kaybı yaratmadığı nadir insanlardan birisi olduğumu da anlamıştım. Kısacık bir karanlık ve hissizlik anından sonra tıpa tıp bir kopyam Mars kolonimize ulaşmıştı. Ben ise, mutlu ve heyecanlı olan annemin dalgınlığından yararlanarak, çıkış kabinini gizlice terkedip çalışma odama gitmeyi başarmıştım. Üsteki herkes Mars’a gönderilene kadar bu işlemi kendi başıma defalarca tekrarladım. Tabii bunları yaparken kopyalarımı Mars’a değil dünyadaki üssümüze gönderdim.
Kendisini sona saklayan annem, bir kopyası Mars’a ulaştığında hala çıkış kabininde olduğundan, ışınlanmanın gerçekleşmediğini sanmıştı. Ortaya çıkıp gerçeği açıkladığımda önce inanamamıştı. Kendini toparladığında beni tekrar göndermek istemişti ama ben bunu reddetmiştim.
Dünyada kalarak orayı yeniden yaşanabilir hale getirmek için çalışırken bir yandan da
siz Mars’takileri izlemeyi sürdürdük.
Annemi ve son kopyasını toprağa vereli neredeyse otuz yıl oldu. Ben ve hayatta kalan on bir kopyam son hazırlıkları tamamladık.
O zamana kadar biz çoktan ölmüş olacağız ama dünya, kurduğumuz cihazlar sayesinde, on yıl içinde radyasyon ve toksik gazların etkisinden arınmış olacak.
Bu, anayurdunuza dönüp yeni bir başlangıç yapmanız için size yolladığımız bir davettir.
Son
Etiketler 1
Bunlar da ilginizi çekebilir...
Üzgünüz - Yoruma Kapalı
Son Yorumlar